MyMecra
Beraber Yürüyelim / Bizi Takip Edin

Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

12 Video Bulunuyor

Bu programda yüzyıllardır anlatılan, her anlatılışta yeniden canlanan ve bir hikmete, bir inceliğe can katan hikayelerimizden bir demet bulacaksınız. Serdar Tuncer, 25 yıldır ekranlarda ve sahnelerde anlattığı hikayeleri yeni bir üslup, özgün bir formla yeniden beğenimize sunuyor. “Biri Bir Gün” şimdiden bir MyMecra klasiği...

  • Cennetteki Mutsuz Adam - Biri Bir Gün - B25 | Serdar Tuncer

    Cennetteki Mutsuz Adam - Biri Bir Gün - B25 | Serdar Tuncer

    Her hafta birbirinden farklı hikayelerle izleyicilerini kıssadan hisse almaya davet eden Serdar Tuncer bu hafta Biri Bir Gün'de "Selden Adam Kurtaran Adan" hikayesini anlatıyor. Serdar Tuncer’in Biri Bir Gün’de anlattığı hikaye; Senelerce önce, bir adam büyük sel felaketi yaşayan bir memlekette bir çok kişiyi selden kurtarmış. Herkes büyük sevinç yaşamış ve bu adama karşı hayranlıklarını her defasında dile getirmişler. Cesareti ve yaptığı iyiliklerin ağızdan ağıza dolaşması neticesinde zamanla bu şahıs 'Selden Adam Kurtaran Adam' diye tanınır olmuş. Çok uzak diyarlardan bir sürü insan bu selden dam kurtaran adamı görmek ve maceralarını dinlemek için akın etmişler. Selden adam kurtaran adam da yaşadıklarını ve kahramanlıklarını herkese anlatır olmuş. Bu hal adamda öyle bir alışkanlık haline gelmiş ki, hayatta en çok zevk aldığı olay selde yaşadıklarını ve nasıl adam kurtardığını anlatmak olmuş. Zamanı gelmiş, vadesi dolmuş ve meşhur 'Selden Adam Kurtaran Adam' vefat etmiş. Tabii iyi bir insan olduğu ve insanlara faydalı işler yaptığı için cennete buyur etmişler adamı. Adam büyük bir neşe ile cennete girmiş. Günler güzel güzel geçerken zaman gelmiş adam hayatında bir şeylerin eksik olduğunu fark etmiş. Adam düşünmüş, taşınmış ve bu eksikliğin 'Selden Adam Kurtaran Adam' diye meşhur olduğu hadiseyi kimsenin dinlemeye gelmemesi olduğunu fark etmiş. Canı sıkkın bir vaziyette dolaşırken 'burası cennet ne dilersem olur' diye düşünüp, sorumlulara bir isteği olduğunu bildirmiş. Adam burada kimsenin kendisinin selden nasıl adam kurtardığını sormadığını ve bu maceralarını anlatamadığı için canının çok sıkıldığını söylemiş. İsteğini dinleyen sorumlular, selden adam kurtaran adamın hikayesini anlatabilmesi için cennette bir konferans ayarlayabileceklerini söylemişler. Adam çok sevinmiş ve yeniden dünya günlerindeki gibi kendisine hayran bir kitlenin toplanacağını ve yeniden eski mesut günlerine döneceğini düşünmüş. O yüzden de adam konferans gününü iple çekmeye başlamış. Nihayet konferans günü gelmiş ve deniz kenarında muhteşem bir platform kurulmuş. Dinleyiciler gelip yerlerini almışlar. Selden adam kurtaran adam büyük bir heyecan ve gururla kürsüye doğru yönelmiş. Tam konferansına başlayacakken bir sorumlu yanına gelmiş ve heyecandan kalbi fırlayacak gibi atan 'Selden adam kurtaran adamın kulağına şu ifadeleri fısıldamış; 'Efendim, şu en önde oturan uzun beyaz sakallı zatı görüyor musunuz?' Adam her halinden önemli biri olduğunu hissettiği dinleyiciye bakmış ve böyle bir şahsın dahi kendisini dinlemeye gelmesine sevinerek 'Evet' demiş. Ne güzel değil mi? Kimdir bu zat? Sorumlu; 'O şahıs Nuh Peygamberdir efendim, anlatırken biraz dikkatli olursanız iyi olur' demiş. Kıssadan hisse; Hiç kimse vazgeçilmez değildir, Herkesin anlatacak bir hikayesi vardır, yaptığımız işlerle övünürken dikkatli olmak gerekir, işleri sizden daha iyi yapan birisi daima vardır.... Gelin, Beraber Yürüyelim...
  • Kuşlarla Sohbetin Şartları - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Kuşlarla Sohbetin Şartları - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Serdar Tuncer ile “Biri Bir Gün” her hafta birbirinden farklı hikayelerle izleyicilerini kıssadan hisse almaya davet ediyor. Serdar Tuncer bu bölümde başlıca şunları söyledi; Hiçbir şey anlatasım yok bu hafta. Öyle susasım var, içime doğru susasım... Ah bir konuşabilsem, bir konuşacak olsam belki yıllar evvel yazdığım bir dörtlüğü okurdum size; Susar mı şu gönül bir gün gelirde, Duyduğum her bir ses sen olur musun? Erir mi var ve yok gün gelir birde, Aldığım her nefes sen olur musun? Ama konuşasım yok. Susmak enteresan bir şey... Hamuş derler... Belki bugün hamuşana susasım var, şöyle karşılıklı oturup sussak... Çünkü konuşmak o kişinin harcı ki; sükutu da bir şey anlatsın arz edebiliyor muyum? Şah-ı Nakşibend (k.s) buyurmuşlar ya hani; "Bizim sükutumuzdan istifade edemeyen, susuşumuzdan hiçbir şey anlamaz." Ölçüyü böyle koymuşlar. Susuşu fayda etmeyen zatın, konuşmasından da bi fayda olmaz. Hatta bi tık yukarı çıkarıp demişler ki; Nazarı fayda etmeyenin, sohbetinin de bir tesiri olmaz... Yani susmanın da ötesinde bakacak ve hali değiştirecek, konuşmak o kişinin hakkı. Susacak ve halini karşısındakine giydirecek, konuşmak o kişinin hakkı. Had bilmek diye bahsediyoruz ya bazen, haddini ve hududunu bilmeye bu da dahil. Bir zat senelerce bir mağarada halvete çekilmiş. Senelerce kalmış orada, ibadetle, taatle, zikirle meşgul olmuş. Yıllar sonra dışarı çıktığında çevre ahalisi de toplanmış, acaba hazret bunca yılın tecrübesinin üstünden bize bir sohbet eder mi, bize bir şey söyler mi? diye... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
  • Necip Fazıl'ı Kim, Nasıl Avladı? - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Necip Fazıl'ı Kim, Nasıl Avladı? - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Serdar Tuncer ile “Biri Bir Gün” kendine has tarzıyla kaldığı yerden devam ediyor. Bu bölümde Serdar Tuncer Necip Fazıl Kısakürek'i anlatıyor. Her hafta birbirinden farklı hikayelerle izleyicilerini kıssadan hisse almaya davet eden Serdar Tuncer bu hafta Necip Fazıl Kısakürek'i anlatıyor. Serdar Tuncer’in Biri Bir Gün’de anlattığı hikaye; Bir gün bir adam uçurumun kenarında dolaşırken ayağı kayıp düşmüş neyseki çalı varmış ve ona tutunmuş sonra bağırmaya başlamış: - Kisme yok mi? - Kisme yok mi? O anda Hızır as. çıkagelir. - Seni bi şartla kurtarırım. Adam ne diye sorar. - Namaz kılacaksın, oruç tutacaksın, hacca gideceksin, zekat vereceksin... Adam bağırmaya başlar: - Başka kisme yok mi? Tamamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
  • Bi Ok Attım Aşure Oldu - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Bi Ok Attım Aşure Oldu - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Serdar Tuncer ile “Biri Bir Gün” kendine has tarzıyla kaldığı yerden devam ediyor. Bu bölümde Serdar Tuncer "Bir Ok Attım Kebap Oldu" hikayesini anlatıyor. Her hafta birbirinden farklı hikayelerle izleyicilerini kıssadan hisse almaya davet eden Serdar Tuncer bu hafta "Bir Ok Attım Kebap Oldu" hikayesini anlatıyor. Serdar Tuncer’in Biri Bir Gün’de anlattığı hikaye; Hikaye bu ya, yıllarca çocuğu olmayan bir şark sultanının nihayetinde bir oğlu olur. Fakat çocuk şehzadelik çağına gelmesine rağmen her ne kadar eğitim verilirse verilsin bir türlü devlet yönetimi ile ilgilenmez. Üstüne üstlük her defasında yeni konular bulur, olur olmaz yerlerde izahı oldukça güç yalanlar uydururmuş. Yalanlarının itibarı da giderek azalmaya başlarmış. Sonunda oğlunun bu durumuna çok üzülen ve kahırlanan sultan, buna bir hal çaresi bulmak için ülkenin en ünlü mollasını huzuruna çağırır. Mollaya, tehditvari bir şekilde; oğluna gereken eğitimi vermesi ve en azından söylediği yalanları akla uygun bir hale getirip, oğlunun halk nezdinde gülünç duruma düşmesini önlemek için kendisini eğitmesini ister. Bunun için kendisine iki yıl süre verir; aksi halde mollanın başını vuracağını söyler. Aradan geçen iki yılın ardından sultan, tüm halkı bir meydana toplar ve artık eğitiminden kuşku duymadığı oğlunu onlara takdim eder. Amacı şehzadenin iki yıl içinde kat ettiği mesafeyi ahalisine göstermek. Herkesin hazır bulunduğu bu ortamda şehzade: “Bir ok attım kebap oldu” der. Topluluk; “Amma da attın!” demeye başlayınca, molla hemen imdada yetişir: “Niye atıyormuş ki? Birlikte ava çıkmıştık, şehzademiz havada uçan kuşa okuyla nişan aldı, attı vurdu. Ok kuşla birlikte yere düşerken kayaya çarptı. Çeliğin kayaya çarpması ile sürtünmeden ateş çıktı. Vurulan kuş da bu ateşe düştü, böylelikle de pişmiş oldu ve de nihayetinde kebap oldu.” Topluluk bu izah karşısında pes etmiş ve şehzadeyi dinlemeye devam etmiş. Mollanın bu harika izahı şehzadeyi aşka getirmiş ve daha büyük bir bomba patlatmış: “Bir ok attım göl oldu.” Ahali bu laftan da bir şey anlamamış ve yine molla ortaya atılmış ve de bir açıklama daha yapmış: “Ey ahali! Şehzademiz veciz konuşmaya devam ediyor, dilerseniz ben açıklayayım. Bir gün kırlarda gezinirken, bir de ne görelim! Büyük bir kaya parçası gölün yatağını kapatmış, göl kurumak üzere. Şehzademiz hemen bir ok attı ve kayayı tam ortasından vurup parçaladı ve göl yine suyla doldu.” Bu açıklamanın ardından halk sevinç içinde ve yüzler tebessümlü, şehzade ise gurur içinde. Bir müddet sonra alkışlar biter ve şehzade yine söze başlar: “Bir ok attım, aşure oldu.” Ahali yine hiç vakit kaybetmeden gözlerini mollaya çevirir. Ancak molla bakmış bu söz hiç de içinden çıkılır bir söz değil. Ve bu sözün izah edilecek bir yönü de yok. Yerinden doğrulur ve Sultan’ın huzuruna varıp el etek öper ve boynunu bükerek: “Hünkârım, işte kılıç, işte kelle. Haydi kebap meselesini hallettik, sel meselesini de hallettik. Bu aşure de nereden çıktı. Suyu bulsak şeker lazım, şekeri bulsak buğday lazım… Onu da bulsak nohut vs. lazım bunların hepsini ben nasıl bir araya getireyim. Boynum kıldan ince, lakin ben de öğrenmek istiyorum, şu şehzade parçasına bir sorun bakalım; bir ok atar da nasıl aşure olur diye?” Gelin, Beraber Yürüyelim...
  • Dua Kabul Olursa... - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Dua Kabul Olursa... - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Serdar Tuncer ile “Biri Bir Gün” kendine has tarzıyla kaldığı yerden devam ediyor. Bu bölümde Serdar Tuncer "4 Dirheme 4 Dua" hikayesini anlatıyor. Her hafta birbirinden farklı hikayelerle izleyicilerini kıssadan hisse almaya davet eden Serdar Tuncer bu hafta "4 Dirheme 4 Dua" hikayesini anlatıyor. Serdar Tuncer’in Biri Bir Gün’de anlattığı hikaye; Kendisini içkiden kurtaramayan bir müslüman, kölesine dört dirhem verir. İçki almasını söyler. Köle giderken Mansur bin Ammar isimli bir zatın, bir fakire yardım topladığını görür. Mansur, bu fakire 4 dirhem verene 4 dua ederim der. Köle, fakire 4 dirhemi verir. Mansur der ki: – Hangi duayı etmemi istersin? – Köle kurtulmak istiyorum. – İkinci isteğini söyle! – Fakire verdiğim dört dirhem benim değildi. Benden bunu isterler. Dört dirhem isterim. – Üçüncü isteğin nedir? – Efendimin tevbe edip içkiyi bırakmasını istiyorum. – Dördüncü arzun nedir? – Allah-u teâlânın beni, efendimi, seni, kavmimizi affetmesini istiyorum. Mansur bin Ammar, hepsi için gerekli duayı yapar. Köle evine gidince, efendisi, geç kalmasının sebebini sorar. Köle durumu anlatır. Efendisi sorar: – Sen neler istedin? – Kölelikten kurtulmayı istedim. – Peki seni azat ettim. Başka ne istedin? – Dört dirhem istedim. – Al şu dört dirhemi. Başka ne istedin? – Tevbe edip içkiyi bırakmanı istedim. – Tevbe ettim. Başka ne istedin? – Allah-u Teâlânın hepimizi affetmesini istedim. Efendisi duraklar, (İşte bu benim elimde değildir) der. O gece rüyasında; -Sen elinde olanı yaptın da, biz elimizde olanı yapmaz mıyız? Seni de, köleni de, Mansuru da ve orada bulunan hepinizi affettik denir. Gelin, Beraber Yürüyelim...
  • Allah'la Aldanan Aldanmaz! - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Allah'la Aldanan Aldanmaz! - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Serdar Tuncer ile “Biri Bir Gün” kendine has tarzıyla kaldığı yerden devam ediyor. Bu bölümde Serdar Tuncer Allah’la aldanan aldanmaz hikayesini anlatıyor. Her hafta birbirinden farklı hikayelerle izleyicilerini kıssadan hisse almaya davet eden Serdar Tuncer bu hafta Allah’la aldanan aldanmaz hikayesini anlatıyor. Serdar Tuncer’in Biri Bir Gün’de anlattığı hikaye; Eski zamanlarda Bağdat'ta kendi halinde fakir, salih bir dokumacı yaşardı. Kurban bayramının birkaç hafta öncesiydi. Şehrin ileri gelenleri hac için hazırlık yapmaktaydılar. Onların bu tatlı telaşını gören fakir dokumacının içine bir ateştir düşüverdi. Hacca gitmek istiyordu ama ne parası vardı, ne yol azığı. Gönlünü yakıp kavuran bir sevda... Bütün sermayesi buncağızdan ibaretti. Hani bir dem gelir, kulda kendi benliğinden eser kalmaz, içinden biri seslenir ya ötelere. Geri dönmez o anda dilekler, uzaklar yakın olur, imkansız diye bir şey kalmaz ya... İşte öyle bir vakitte hacca niyetlendi dokumacı. Gecenin bir yarısı gözyaşları içinde açtı ellerini: - Ya Rabbi, nasip et ben de geleyim. Kullarının malı-mülkü var, benim senden gayrı kimsem yok. Sana sığındım, sana dayandım. Sen de beni nimetlendirip bana ihsan eyle... Sabah olunca yol için hazırlıklarını yaptı, yenice yola çıkmış olan hac kafilesinin ardına düştü. Yaklaşıp selam verdi yolculara. Onu görünce şaşırdılar. İçlerinden bir hoca yanına gelip, perişan haline bakarak: - Ne o komşu, sende mi hacca gidiyorsun, dedi dudak bükerek. Sevinç içindeydi dokumacı. Bayram sabahına uyanmış çocuklar kadar mutluydu. - İnşallah hocam, dedi; Beytullah'ı tavaf etmeye, Ravza'ya yüz sürmeye gidiyorum. Rabbim nasip ederse... Bu sözler üzerine arkadaşlarına bakıp güldü hoca. Niyeti dokumacıyla eğlenmekti: - Komşu, Allah mübarek etsin, ama bakıyorum da ne bineğin var, ne yol azığın. Bari cebinde birkaç bin akçen var mı? Bayramın ne olduğunu bile bilmeyen çocuklar kadar saftı dokumacı: - Allah bana yeter, beni yedirir. Bütün alem onun elinden rızıklanmıyor mu? Kafiledekiler gülüştüler, hoca arkadaşlarının yanına döndü. Nihayet uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra mübarek topraklara ayak bastılar. Tavaflarını yaptılar, Arafat'ta vakfeye durdular, hac görevini bitirip, gerisin geri memleketlerine doğru yola koyuldular. Hac boyunca dokumacı ve kafiledekiler birbirlerini görmemişlerdi. Dokumacı kafileye yetiştiğinde, onu ilk hoca fark etti. Arkadaşlarını eğlendirmek maksadıyla yanına yaklaşıp; - Komşu, dedi, haccını ifa ettin mi sen de? Bizimki aynı safiyetle cevap verdi: - Şükürler olsun hocam, günahıma isyanıma bakmadı Rabbim. Fakir kuluna da nasip etti hacı olmayı. - Hacı oldum diyorsun ama, hüccetini aldın mı bari, berat verdiler mi sana da? - Yoo, berat ne ola ki? Nasıl verirler? - Amma yaptın be komşu! Kim Beytullah'a yüz sürerse ona bir berat verirler. Cehennemden azat olduğunun nişanesidir o. Yoksa sen bunu hiç duymadın mı? Bak, işte bizim beratımız... Hocanın cümlesi yarım kalmıştı. Dokumacı birden feryat ederek Mekke'ye geri koşmaya başladı. Ne hüccetten haberi vardı, ne berat almıştı. Koşuyor, ağlıyor, inliyordu. Nihayet Mescid-i Haram'in kapısından içeri girdiğinde perişan haldeydi. Kabe'nin kapısına varıp yapıştı, eşiğe yüzünü sürüp yalvarmaya başladı: Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
  • Hz. Musa ve Böcek Hikayesi - B19 - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Hz. Musa ve Böcek Hikayesi - B19 - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Serdar Tuncer ile “Biri Bir Gün” kendine has tarzıyla kaldığı yerden devam ediyor. Bu bölümde Serdar Tuncer Hz. Musa'yı (a.s) anlatıyor. Her hafta birbirinden farklı hikayelerle izleyicilerini kıssadan hisse almaya davet eden Serdar Tuncer bu hafta Hz. Musa'yı (a.s) anlatıyor. Serdar Tuncer’in Biri Bir Gün’de anlattığı hikaye; Musa aleyhisselâmın eceli yaklaşmıştı. Ey Musa, çoluk çocuğuna vedâ et emri geldi. Musa aleyhisselâm, emre uyarak, çoluk çocuğuna vedâ eyledi. Küçük bir çocuğu vardı. Onu kucağına alıp, kalbine, benden sonra bu küçüğün hâli ne olacak düşüncesi geldi. Allah-u Teâlâ, ey Musa, deniz kenarına git buyurdu. Musa aleyhisselâm deniz kenarına gitti. Ey Musa, asânı denize vur buyurdu. Denize vurdu. Deniz açıldı. Dibi göründü. Musa aleyhisselâm baktı. Bir taş gördü. Kaygan, yarığı, çatlağı olmayan, yekpare bir taş idi. Ey Musa o taşa işaret eyle buyurdu Taşa işaret eyledi. Taş yarıldı. Musa aleyhisselâm baktı. İçinde zayıf, gözleri görmez, bacaksız bir böcek gördü. Ağzında yeşil, taze bir yaprak vardı. Ey Musa, ben O Allahım, Razzâkım, zayıf, görmez, elsiz ayaksız bir böceği denizde sert, yekpare bir taşın içerisinde yaşatıyorum ve ona taze yeşil bir yem veriyorum da, sen, seni seven dostunun senin çocuğunu zâyi edeceğinden korkuyorsun. Benim rahmetim senin çocuğundan üstündür ve senin şefkatinden ziyadedir buyurdu. Gelin, Beraber Yürüyelim...
  • Yürüdükçe İncelen Yol - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Yürüdükçe İncelen Yol - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Serdar Tuncer ile “Biri Bir Gün” kendine has tarzıyla kaldığı yerden devam ediyor. Bu bölümde Serdar Tuncer Hz. Süleyman'ı (a.s) ve kıssalarını anlatıyor. Her hafta birbirinden farklı hikayelerle izleyicilerini kıssadan hisse almaya davet eden Serdar Tuncer bu hafta Hz. Süleyman'ı (a.s) ve kıssalarını anlatıyor. Serdar Tuncer’in Biri Bir Gün’de anlattığı hikayeler; 1 Süleyman aleyhisselâm, ordusu ile karınca vadisine geldikleri zaman bir karınca, “Ey karıncalar! Yuvalarınıza giriniz. Sakın Süleyman (a.s.) ve ordusu, sizi -bilmeyerek- kırmasın!” demişti. Süleyman aleyhisselâm, karıncanın söylediğini işitince indi ve ona: “Sen ne için karıncaları sakındırdın? Benim, zâlim olduğumu mu işittin? Yoksa, benim adaletli bir peygamber olduğumu mu bilemedin? Ne için onlara sizi, Süleyman ve ordusu kırmasın dedin?” diye sordu. Karınca “Ey Allah’ın peygamberi! Sen, benim, ‘onlar bilmeden’ dediğimi işitmedin mi? Bununla beraber, benim, “kırmasın” sözümden maksadım, ancak, kalplerin kırılması idi. Senin bir şey vermeni temenni edip fitneye düşmekten, sana bakmakla meşgul olup Allah’ı zikirden geri kalmaktan korktum.” dedi. Süleyman aleyhisselâm, “Bana Öğüt ver.” dedi. Karınca, “Babana, Dâvûd isminin ne için verildiğini biliyor musun?” diye sordu. Süleyman aleyhisselâm, “Hayır, bilmiyorum” dedi. Karınca, “O, kalp yarasını tedavi etsin diye verildi!” dedi. Sonra, “Sana, Süleyman isminin ne için konulduğunu biliyor musun?” diye sordu. Süleyman aleyhisselâm “Hayır, bilmiyorum” dedi. Karınca: “Göğsüne selâmet verilinceye kadar dayanasın ve baban Davud’a erişmeye müstehak olasın diye verilmiştir!” dedi. Sonra da: “Allâhü Teâlâ’nın sana rüzgârı niçin uysal kıldığını biliyor musun?” diye sordu. Süleyman aleyhisselâm, “Hayır, bilmiyorum.” dedi. Karınca: “Dünyânın tamamının gelip geçen bir yelden ibaret bulunduğunu sana haber vermek için…” dedi. Süleyman aleyhisselâm, karıncanın bu sözlerine hayrette kalarak gülümsedi ve Neml sûresinin on dokuzuncu ayetinde geçen duasını tekrarladı. Süleyman aleyhisselâm, onun bu sözünden gülercesine tebessüm etti ve şöyle duâ etti. (Meali): “Ya Rabb! Beni nefsime zabit kıl ki bana ve anama babama vermiş olduğun nimetine şükredeyim, razı olacağın iyi bir amel yapayım ve beni rahmetinle sâlih kulların arasına kat.” (Neml sûresi, âyet 19) 2 Bir gün Süleyman Peygamber (a.s) bir karıncaya bir yıllık yiyeceğinin miktarını sorar. Karınca: "Bir buğday tanesi yerim." diye cevap verir. Cevabın doğru olup olmadığını kontrol etmek isteyen Süleyman Peygamber (a.s) karıncayı bir şişeye koyar. Yanına da bir buğday tanesi koyarak hava alacak şekilde şişeyi kapatır. Ondan sonra da bir yıl bekler. Müddeti dolunca şişeyi açtığında bir de bakar ki karınca buğday tanesinin yarısını yemiş, yarısını da bırakmıştır. Kendi kendine meraklanır. Acaba neden yemedi? Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s) karıncaya buğday tanesini tamamen neden yemediğini sorar. Karınca: "Daha önce benim yiyeceğimi yüce Allah (c.c) verirdi. Ben de O'na güvenerek bir buğday tanesini tamam olarak yerdim. Çünkü O beni asla unutmaz ve ihmal etmezdi. Fakat bu işi sen üzerine alınca doğrusu nihayet bu aciz bir insandır diye sana pek güvenemedim. Belki beni unutup yiyeceğimi ihmal edebilirsin. O yüzden de bir yıllık yiyeceğimin yarısını yiyerek, diğer yarısını da ertesi yıla bıraktım" diye cevap verdi. Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
  • Bekarlar Toplanın! Mesele Tam Sizlik - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Bekarlar Toplanın! Mesele Tam Sizlik - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Serdar Tuncer ile “Biri Bir Gün” uzun bir aranın ardından kendine has tarzıyla kaldığı yerden devam ediyor. Bu bölümde Serdar Tuncer Aşık hiç yalnız kalır mı hafız? hikayesini anlatıyor. Her hafta birbirinden farklı hikayelerle izleyicilerini kıssadan hisse almaya davet eden Serdar Tuncer bu hafta Aşık hiç yalnız kalır mı hafız? hikayesini anlatıyor. Serdar Tuncer’in Biri Bir Gün’de anlattığı hikaye; Çook eski zamanlarda çok uzaklarda bir ülke vardı. Dağların arkasında yemyeşil bir ovaya kurulmuş, insanların yüzünden gülücükler eksik olmayan, pırıl pırıl bir ülkeydi burası. Bu ülkenin insanları şimdi her zamankinden daha mutluydular. Çünkü yıllar sonra padişahlarının nihayet bir çocuğu olmuştu. Nur topu gibi, güzeller güzeli, elleri yumuk yumuk, yanakları al al bir kız bebek. Kurbanlar kesildi, günlerce ziyafetler verildi, eğlenceler yapıldı. Günler günleri kovaladı, yıllar yılları. Güzelliği dillere destan bir prenses olmuştu o minik kız. Civar ülkelerden her gün bir haberci geliyor, ya prenslerinin ya krallarının hediyelerini sunuyorlar, evlenme tekliflerini iletiyorlardı. Padişah bir gün adeti olduğu üzere tebdil-i kıyafet, ülkesini gezmeye çıktı. Akşama kadar halkının arasında dolaştı. Ne aç bir insana rastladı ne bir dertliye ne de bir kimsesize. Sevinç içinde sarayının yolunu tuttu. Dönüşte ırmağın kenarında oturan bir ihtiyar uzaktan dikkatini çekti. İhtiyar, yerden aldığı taşları birbirine bağlıyor, bir şeyler söyleyip ırmağa atıyordu. Padişah yaklaştı, selam verdi ve sordu: - Hayırdır ihtiyar, ne yapıyorsun böyle? - Kısmetleri birbirine bağlıyorum, dedi ihtiyar adam. Padişah güldü: - Öyle mi, şu attığın kimin kısmetiymiş bakalım? - O mu? O padişahın kızıyla, uşağı Ahmet'in kısmeti... Saraya döndüğünde bir sıkıntı bastı Padişah'ı. Böyle bir şey olabilir miydi? Kısmetleri birbirine bağlamak... Şu zenci uşak ve güzeller güzeli Prenses... Gözünün bebeği yani, canı, ciğerparesi, sevgili kızı... Olmaz öyle şey, dedi, ama şüphe kurdu düşmüştü bir kez içine. Sabaha kadar uyuyamadı. Sağa döndü, sola döndü, uyku girmedi gözüne. Arada bir dalıyor, sıçrayarak uyanıyordu. Kısmetler böyle bağlanmazdı, biliyordu bunu, ama ya doğruysa?Sabah olduğunda kararını vermişti. Uşağını geri dönemeyeceği bir yere yollayacak, ondan kurtulacaktı. Bunu yapmak zorunda kaldığı için kendinden utanıyordu ama işi sağlama almak lazımdı. O ihtiyarı bulup kellesini vurdurmayı bile düşündü bir ara. Ama en ehveni Ahmet'i yollamak, ondan ve bu kısmet meselesinden kurtulmaktı. Alelacele bir mektup yazdı, uşağını çağırttı. Karşısında durup kendisine şaşkın şaşkın bakan zavallı zenci uşağın gözlerine bakmaya çekiniyordu. Yüzünü pencereye döndü, elindeki mektubu gösterdi uşağa. - Ahmet, dedi, şimdi bu mektubu alacaksın ve hiç durmadan yürüyeceksin. Bunu güneşe götürmeni istiyorum senden. Bu hepimiz için çok önemli. Sakın bu mektubu vermeden geleyim deme! Neye uğradığını şaşıran uşak, çaresiz emre itaat etti. Yol hazırlığını yaptı, mektubu sıkı sıkı sarıp sarmaladı, koynuna sakladı ve yola düştü. Hiç durmadan yürüyecekti, mektubu güneşe verecekti. Tastamam böyle demişti padişah. İyi de güneşi nasıl bulacaktı, bulsa da mektubu nasıl verecekti? Sıkıntı bastı Ahmet'i. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı, güneşin olduğu yöne doğru yürümeye karar verdi. Yürüdü uşak. Aylarca yürüdü. Azığı bitti, elbiseleri parçalandı, ayakları kan-revan içinde kaldı, o yürümeye devam etti. Koynundaki mektubu arada bir çıkarıp bakıyor, sağlam olduğunu görünce gülümseyerek yürümeye devam ediyordu... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
  • Kralın Merak Ettiği 3 Soru - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Kralın Merak Ettiği 3 Soru - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Serdar Tuncer ile “Biri Bir Gün” uzun bir aranın ardından kendine has tarzıyla kaldığı yerden devam ediyor. Bu bölümde Serdar Tuncer "3 Soru" hikayesini anlatıyor. Biri Bir Gün’de anlatılan hikaye; Bir zamanlar bir kral vardı. Bu kral, işini en iyi şekilde yapmak isterdi. Sık sık şöyle düşünürdü: "Bir iş için en uygun zaman hangisidir acaba? En gerekli kişi kimdir ve yapmam gereken en önemli şey nedir? Bu üç şeyi bilseydim, çok başarılı olurdum." Bir gün kral her tarafa haber saldı. Soruların cevabını bilene büyük ödüller vereceğini duyurdu. Bilgili kişiler toplandı. Kimileri takvim hazırlamaktan, kimileri bir bilge kişiler meclisi kurmaktan bahsetti. Böylece en uygun zamanın hangisi olduğunu bulacaklardı. En önemli kişiyse bazılarına göre din adamları, bazılarına göre savaşçılar, bazılarına göre hekimlerdi. En önemli şeye gelince, bazıları "bilim", bazıları "savaşta ustalaşmak" dediler. Kral bu cevapları kabul etmedi. Bir ağaç kovuğunda tek başına yaşayan, bilgeliğiyle ünlü, yaşlı bir adam vardı. Kral, ona danışmaya karar verdi. Yaşlı adam, yaşadığı kovuğa halktan başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral, halktan biri gibi giyinerek yola düştü. Kovuğa yaklaştıklarında muhafızlarını orada bırakıp yola devam etti. Yaşlı adam, çiçek tarhları kazıyordu. Geleni gördü, selâmladı. Zayıftı, işini yaparken zorlanıyordu. Kral; Ey bilge, üç sorum var! diyerek sorularını sordu. Yaşlı adam dinledi ama cevap vermedi. Kral; Siz biraz dinlenin, diyerek küreği aldı. Yaşlı bilge; Sağ olun, deyip oturdu. Kral sorularını tekrarladı. Bilge yine susuyordu. Kral kazmaya devam etti. Ufukta güneş batmaya başladı. Kral sıkılmıştı. - Ey bilge, cevap vermeyeceksen gideyim, dedi. Bilge; Birisi geliyor, dedi. Kim acaba? Kendilerine doğru birisi koşuyordu. Adam yaralıydı. Yanlarına ulaşınca bayıldı. Adamın elbiselerini çıkardılar. Kral yarayı havluyla bastırdı. Fakat kanama devam ediyordu. Kral havluyu defalarca yaraya bastırıp yıkadı. Sonunda kanama durdu. Bu arada akşam olmuştu. Yaralıyı kovuğa taşıdılar. Kral da yorgunluktan, eşikte uyuyakaldı. Deliksiz bir uyku çekti. Uyandığında kendisine bakan yabancıyı bir süre hatırlayamadı. Adam; Beni affedin! dedi. Kral; Sizi tanımıyorum, affedilecek ne yaptınız ki? - Ben sizin düşmanınızım. Kardeşimi astırdığınız için sizden öç almaya yemin etmiştim. Buraya geldiğinizi öğrenince size pusu kurdum. Fakat akşam olduğu hâlde dönmediniz. Ben de beklediğim yerden çıktım. Ama muhafızlarınız beni tanıyıp yaraladılar. Kaçtım. Siz yardım etmeseydiniz, ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise benim hayatımı kurtardınız. Affedin beni! Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı için çok mutlu oldu. Doktorunu göndereceğini söyleyip onunla vedalaştı. Dışarı çıktı. Yaşlı bilge, tarhlara tohum ekiyordu. Kral yaklaştı. Yalvarırcasına sordu. - Cevap verecek misiniz? Adam gözlerini kaldırdı. - Cevabınızı aldınız ya, dedi. - Aldım mı? Nasıl? - Anlamadınız mı? Dün bana acımayıp tarhları kazmasaydınız, gidecek, şu adamın saldırısına uğrayacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti. En önemli kişi bendim ve en önemli işiniz bana iyilik etmekti. Bu adam geldiğindeyse en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti. Çünkü yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı. Şu gerçeği unutmayın: En önemli vakit, içinde bulunduğumuz andır. Çünkü sadece o an bir şey yapabiliriz. En önemli kişi, o anda kiminle berabersek odur. Zira onunla bir daha görüşüp görüşmeyeceğimizi bilemeyiz. En önemli iş ise iyilik yapmaktır. Çünkü insan dünyaya bunun için gönderilmiştir. Gelin, Beraber Yürüyelim...
  • Allah'ın Konuştuğu Peygamber: Hz. Musa - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Allah'ın Konuştuğu Peygamber: Hz. Musa - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Serdar Tuncer ile “Biri Bir Gün” uzun bir aranın ardından kendine has tarzıyla kaldığı yerden devam ediyor. Bu bölümde Serdar Tuncer Hz. Musa (a.s) kıssalarını ve Allah'ın adaletini anlatıyor. Her hafta birbirinden farklı hikayelerle izleyicilerini kıssadan hisse almaya davet eden Serdar Tuncer bu hafta Hz. Musa (a.s) kıssalarını ve Allah'ın adaleti hikayesini anlatıyor. Serdar Tuncer’in Biri Bir Gün’de anlattığı hikaye; Hz. Musa (a.s) Tur dağına çıkıp Rabbine münacatta (Yalvarışta) bulunurdu. Bir münacatında: – Ey Rabbim! Bana, kullarına uyguladığın adaletini göster, diye dua etti. Allahu Teala: – Ey Musa! Sen atılgan, cesur ve aceleci birisin; “Sabretmeye gücün yetmez“ dedi. Musa (a.s): – Senin özel yardımınla sabredebilirim, dedi. Allah (c.c): – O zaman filan yerdeki çeşmenin yanına git, çeşmenin hizasında, orayı görebilecek bir yere gizlen; kudretime ve gaybî ilmimde sırlarıma bak buyurdu. Musa (a.s) çeşmenin yakınlarındaki bir tepeciğe çıktı ve kendini gizleyerek çeşmede olacakları gözetlemeye başladı. Biraz sonra çeşmeye bir atlı geldi. Adam atından indi, abdest aldı, suyunu içti. Kuşağına bağlı ve içinde altın bulunan kesesini çözerek yan taraftaki ağacın dalına astı. Namaz kıldı. Sonra, acele ile atına bindi; Altın kesesini orada unutarak çekip gitti. Atlıdan sonra çeşmeye atlaya zıplaya küçük bir çocuk geldi; Çeşmeden su içti, o esnada altın kesesini gördü, onu alarak gitti. Çocuktan sonra çeşmeye ihtiyar ve kör olan bir adam geldi; Su içti, abdest aldı ve namaz kıldı. O sırada atlı, altın kesesini unuttuğunu anlayınca geri döndü. Çeşmenin yanında ihtiyar kör adamı görünce hemen yakasına yapışıp ona: “Ben burada az önce bir altın kesesi unuttum; kesemi bana ver! Çünkü buraya senden önce başka birisi gelmedi!” dedi. İhtiyar kör: ”Baksana ben yaşlı ve kör birisiyim! Nasıl olur da senin keseni görebilirim?” dedi. Atlı, yaşlı adamın sözüne inanmadı, kızdı; Kılıcını çektiği gibi adamı orada öldürdü. Yaşlı adamın üzerinde altın kesesini aradı ama bulamadı. Atına binip tekrar yoluna koyuldu. Musa (a.s) o an daha fazla dayanamayarak: “Ey Rabbim! Sabrım tükendi. Ben biliyorum ki sen en adilsin. Acaba bu gördüğüm şeylerin aslı nedir?” dedi. O esnada Cebrail (a.s) geldi ve şöyle dedi: “Ey Musa! Allah (c.c) şöyle buyuruyor: ‘Ben senin bilmediklerini ve bütün gizlilikleri bilenim.’ Gördüklerine gelince: –Altın kesesini alan küçük çocuk, hakkını ve kendisine ait olan malı aldı. Onun babası bu atlı adamın yanında ücretle çalışan bir işçiydi, ama parasını alamamış, alacakları birikmişti. İşte bu altınlar onun hakkıdır. Bu ihtiyar ise kör olmadan önce atlının babasını öldürmüştü. Bu da onu öldürerek (benim katımdaki) kıssayı uyguladı. Gördüğün gibi her hak sahibi hakkına kavuştu. Benim adaletim çok gizlidir.” Gelin, Beraber Yürüyelim...
  • Kralın Bilmecesi Hikayesi - B14 - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Kralın Bilmecesi Hikayesi - B14 - Biri Bir Gün | Serdar Tuncer

    Serdar Tuncer ile “Biri Bir Gün” kendine has tarzıyla kaldığı yerden devam ediyor. Bu bölümde Serdar Tuncer 3 Heykelin Hikayesini anlatıyor. Her hafta birbirinden farklı hikayelerle izleyicilerini kıssadan hisse almaya davet eden Serdar Tuncer bu hafta 3 Heykelin Hikayesini anlatıyor. Serdar Tuncer’in Biri Bir Gün’de anlattığı hikaye; İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar, ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç armağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı. Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti. Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi. Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu. Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: “Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver.” Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler. Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı. Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi. Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı. İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı. Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu. Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı: “Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir. Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir. En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.” Gelin, Beraber Yürüyelim...